12.01.2016

2015'in en iyi filmleri ( vizyondan )


Nihayet 2015'in en iyi 10 filmini belirlemek için bilgisayar başına oturabildim. Biraz geciktim, biliyorum, bekleyenlerden ( vardıysa elbette bekleyenler ) özür dilerim. her zamanki gibi listeyi bu yıl Türkiye'de vizyona giren filmlerden oluşturdum.


10. Onur ( y: Matthew Warchus )

Aslen bir tiyatro yönetmeni ( ve Kevin Spacey'nin ardından Old Vic Tiyatrosu'nun Sanat Yönetmeni ) olan Matthew Warchus'un imzasını taşıyan Pride ( Onur ) 2014 yılında Cannes Film Festivali'nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilmiş ve Queer Ödülü'ne ( LBGT'lerin meselelerini odak noktasına alan filmlere veriliyor bu ödül ) layık bulunmuştu. 1980'lerde, Thatcher'ın baskıcı politikalarının İngiltere'de fazlasıyla hissedildiği bir dönemde maden işçilerine destek çıkan bir grup eşcinsel aktivistin gerçek hikayesini anlatan film bir anıyla Ken Loach filmlerini anımsatacak denli sağlam bir politik çizgiye sahip, bir yandan da alabildiğine eğlenceli bir izlencelik. İnsanın coşkudan gözlerini dolduran bir film Onur, iyi gelen, iyileştiren türden.


9. Yüzündeki Sır ( y: Christian Petzold )

Almanya sinemasının yeni bir atılımda olduğunu düşünebilir miyiz? Fassbinder, Wenders, Herzog gibi isimlerin bundan 30 - 40 yıl önce yarattığı sarsıcı etkiyi bugün göremiyoruz belki ama aralarında Fatih Akın, Oliver Hirschbiegel, Sebastian Schipper ve Florian Henckel von Donnersmarck gibi isimlerin de bulunduğu sağlam bir sinemacı kuşağının çok güzel filmler ortya koyduğu da bir gerçek. Christian Petzold da bu elit tabakanın içinde elbette ve son filmi Phoenix ( Yüzündeki Sır ), gizemlerle örülü senaryosu, tedirgin edici karakter çalışmaları, güçlü oyuncu performansları ( hele Nina Hoss ), izleyiciyi diken üstünden tutan temposu ve insanın içini acıtan müzikleriyle yılın en iyilerinden biri. Final sahnesi ise uzun uzun konuşup anılmaya değecek kadar güçlü.


8. Abluka ( y: Emin Alper )

Yerli sinema açısından çok parlak bir yıl geçirmediğimiz açık. Çok fazla film çekilen ( bu sayı her yıl artmakta üstelik ) sinema sektörümüzde neredeyse tüm enerji gişeye yönelik komedi/aşk/korku yapımlarına aktarılmakta ve bu filmlerin çok büyük bir kısmı da ( % 90 kadar ) ne yazık ki çöp. Zaten sansür uygulamalarının ve tartışmalarının iyice tatsızlaştırdığı bir sinema iklimimiz var, rekoltenin de bu derece kötü olması bir hayli sıkıcı elbette. Yine de Abluka gibi bir filmin varlığı çölde vaha etkisi yaptı 2015'te. Venedik'te önemli bir ödül de alan film Emin Alper'in çokça beğenilen ilk filminin ardından hayal kırıklığı yaratmadığı gibi sinema yolculuğunda önemli bir durak oldu. Abluka denilen kavramın her çeşidini bizzat yaşadığımız bir dönemde karşımıza çıkan film kuru bir gerçekçiliğe takılmadan ve deliliğin sınırlarında dolaşan baş karakteri vasıtasıyla nasıl bir iklimde yaşadığımıza dair çarpıcı saptamalar yaparak hedefi tam ortasından vuruyordu.


7. Mad Max: Fury Road  ( y: George Miller )

Hollywood yıllardır yüksek bütçeli aksiyon filmleri yapar durur ve biz de bunları genel bir sıkılmışlıkla izleriz. farklı ve heyecan verici işler o kadar enderdir ki, böyle bir örnekle karşılaştığımızda ne yapacağımızı şaşırıyoruz bazen. İşte Mad Max: Fury Road böyle bir filmdi. İlk Mad Max üçlemesinin yaratıcısı George Miller'ın dahiyane bir şekilde yönettiği film bundan sonraki tüm aksiyon filmleri için yeni bir çıta belirledi. Mad Max gibi maço bir kahramanın hikayesini sağlam bir feminist örgüyle anlatması ise filmin bir başka müthiş sürpriziydi. Defalarca izlendiğinde bile aynı heyecanı yaşatacak nadir filmlerden olduğuna inandığımız Mad Max: Fury Road hiç şüphesiz yılın en iyilerindendi.


6. Kabile  ( y: Miroslav Slaboshpitsky )

2014'ün en iyi filmlerinden biri olarak karşılanan ve Cannes Film Festivali'nde eleştirmenlerin gözdesi olan Plemya ( kabile ) Ukraynalı sinemacı Miroslav Slaboshpitsky'nin ilk uzun metrajlı filmi. Filmi bu denli benzersiz kılan şeyse ilk karesinden son karesine dek tek söz olmaması ve tüm oyuncularının işaret dili kullanarak anlaşması. Sağır dilsizler için kurulmuş bir yatılı okulda geçen film bu anlamda muhtemeldir ki sinema tarihinde bir ilk ve yönetmenin olağanüstü başarısı da işaret dili bilmeyen izleyicilerin ( ki dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu ) filmde olan biten her şeyi büyük bir kolaylıkla anlıyor oluşu. Yine de filmin meziyetlerine dair sözümüz bununla sınırlı değil. Slaboshpitsky'nin çerçeveleri tam da işaret diliyle anlaşan insanların tüm hareketlerini görebilmemiz için özenle çatılmış ve tüm film boyunca tek bir yakın plana ihtiyaç duyulmamış. Yakın plan noksanlığının bir zafiyet değil, aksine bir maharet olarak karşımıza çıktığı ender durumlardan biri bu. Anlatılan hikayenin gerektirdiği biçim bu olduğu için son derece özel bir sinema diliyle tanışıyoruz aslında. Uzun lafın kısası, ustalıklı, incelikli, acıklı ve acıtıcı bir film Plemya. Hiç söz kullanmayan bir film için ne çok laf ettim değil mi?


5. Peşimdeki Şeytan ( y: David Robert Mitchell )

Sadece yılın en iyi korku filmi değil, yılın en iyi filmlerinden biriydi It Folows ( Peşimdeki Şeytan ). Aslında 2014 mahsulü olan ve ilk gösterimini yaptığı Cannes'da bir hayli patırtı kopartan It Folows hem korku sineması geleneğine çok ustalıklı bir şekilde eklemleniyor hem de türe taptaze bir soluk getiriyor. Henüz ikinci uzun metrajlı filmi çeken David Robert Mitchell hayranı olduğunu gizlemediği John Carpenter'ın, özellikle de üstadın Halloween adlı korku başyapıtının izinden gidiyor ve günümüzde bir hayalet kente dönüşmüş olan Detroit'in ( ekonomik krize giriş dersinde okutuluyordur herhalde bu otomotiv kentinin akıbeti ) görünüşte huzur fışkıran ama aslen alabildiğine tekinsizleşmiş banliyölerinde gençleri avlayan ne idüğü belirsiz bir varlığın yarattığı dehşeti anlatıyor. Müziği, çerçeveleri ( hele o post-coital araba sahnesindeki alt açıyı unutmak ne mümkün ), alt okumaları ve sabit bakışlarla üzerimize doğru yürüyen 'hayaletler'iyle It Follows çağımızın korku filmi.


4. 45 Yıl  ( y: Andrew Haigh )

Andrew Haigh bir önceki filmi Weekend ile eşcinsel bir aşkın izini sürmüş ve filmin başarısının ardından HBO için bile bir hayli cüretli sayılabilecek Looking adlı bir diziye başlamıştı. Dizinin ömrü uzun olmadı ama Haigh'in etkisi derin oldu sinema çevrelerinde. Herkes ondan yine eşcinsel temaları işleyeceği bir film daha beklerken genç sinemacı ters köşe yaptı ve 45 yıldır evli olan yaşlı bir çiftin ilişkisine odaklandı. Özellikle başrol oyuncularının rafine performanslarıyla güçlenen film her karesinde detayları öne çıkaran bir anlatıma sahip ve bir süre sonra izleyici de bu minik detayların izni sürmeye ve bu duygusal hikayenin -her ne kadar kederli olsa da- tadını çıkarmaya başlıyor. Charlotte Rampling ve Tom Courtenay gibi iki büyük oyuncuyu karşı karşıya izlemenin zevki bir yana, 45 Years ( 45 Yıl ) aşk üzerine, ilişkiler üzerine, hayatta yaptığımız fedakarlıklar ve verdiğimiz kayıplar üzerine ve nihayet yaşlılık üzerine serinkanlı bir duygusal çöküş filmi. Final anı ise muhtemelen yılın en unutulmaz sahnelerinden biri.


3. Citizenfour  ( y: Laura Poitras )

Komplo teorilerini oldum olası sevmemişimdir, zira gerçek oyunları görmemmiz için uydurulmuş sis perdeleri olduğuna inanırım. İşte Citizenfour o kalın sis perdelerine tamah etmeyen ve hatta o perdeyi aralayıp nasıl bir dünyada yaşadığımız gösteren çarpıcı bir belgesel. Laura Poitras'ın Amerikan hükümetinin yasadışı dinleme ve gözleme taktikleri üzerine çalıştığı bir dönemde kendisine Citizen Four adı veren birinden aldığı şifreli bir e-posta bir anda her şeyin seyrini değiştirir ve Poitras sonradan adının Edward Snowden olduğunu öğreneceği kişiyle birebir görüşmek için Hong Kong'a gider. Burada bir otel odasında 8 gün boyunca Snowden ( ve  The Guardin'dan gazetece Glenn Greenwald ) ile çekimler yapar. Zaten Snowden meselesi de biraz bu elgesel vasıtasıyla patlar. Gerisini merak edenler ya filmi izlesin ya da internette bir araştırma yapsın, zira burada yerimiz sınırlı. Filme geri dönecek olursak, Poitras yönetmenlikte olduğu kadar -hatta belki de daha fazla- gazetecilikte de sezilerinin kuvvetli olduğunu kanıtlıyor ve dış dünyaya dair çok az detay vererek baştan sona ilgiyle izlenen, gerilim dozu yüksek bir 'polisiye' filme imza atıyor. Sırf yangın alarmlarının çaldığı sahnenin varlığı bile yeter aslında ama Snowden'in insan içine çıkmadan önce ayna karşısında geçirdiği anlar gibi müthiş detaylarla bezeli bir film karşımızda. Öyle ki, birilerinin saçma sapan sözlerini anımsatmak pahasına söyleyelim, George Orwell görse ayakta alkışlardı.


2. Burgonya Dükü  ( y: Peter Strickland )

Kendine has sineması olan yönetmenlerden biri Peter Strickland ve her filmiyle de izleyiciyi kendi tuhaf, çok boyutlu ve zengin dünyasına davet ediyor. Davete icabet edip etmemk size kalmış elbette ama ben kendi adıma Strickland'in her davetinden büyük keyif aldım ve bir sonraki davetini de sabırsızlıkla beklemeye başladım. Strickland'in saplantılı sinemasında ( ki adaşı Peter Greenaway'in saplantılarını anımsatmıyor değil zaman zaman ) radyocu geçmişinden de izler bulunduğunu ( bkz Burgonya Dükü'nün sonunda çıkan detaylı ses kayıt listeleri ) görmek birçoklarının ilgisini çekmeyecektir belki ama ses meselesinin kendisi için ne kadar önemli olduğunu belirtmek gerek en azından. İki sevgilinin hendiyse masalsı bir dünyada geçen ve seks, iktidar, baskı, tahakküm gibi kavramlar etrafında irdelenen ilişkisini anlattığı filmde tek bir erkek oyuncunun ( filme adını veren kelebek cinsi dışında elbette ) yer almaması da başka önemli bir detay. İki başrol oyuncusunun sürekli değişen rolleri ustalıkla canlandırdığı Duke of Burgundy ( Burgonya Dükü ) senaryosundan renklerine, kurgusundan yapım tasarımına dek benzersiz bir film; bir Strickland filmi.


1. Sessizliğin Bakışı ( y: Joshua Oppenheimer )

2012 tarihli filmi The Act Of Killing ile tüm dünyayı şok eden Joshua Oppenheimer çok ses getiren belgeselinde sadece Endonezya'da 50 yıl önce yaşanan kıyımı değil insan ruhu denen karmaşık ama kokuşmuş şeyin de içyüzünü ifşa etmişti. Bu kez The Look of Silence ( Sessizliğin Bakışı ) ile bir adım ileri gidiyor yönetmen ve katil - kurban yüzleşmesi üzerinden insan ruhu hakkındaki analizine devam ediyor. The Act of Killing'de katillerin nasıl katlettiklerini ballandıra ballandıra anlattıkları kurbanlardan birinin ailesiyle temasa geçen Oppenheimer öldürülen kişinin göz doktoru olan oğluyla katillerin yüzleşme anlarını kayıt altına almış The Look of Silence'da. Geçen sefer övünerek böbürlenen tiplerin nasıl safa yattıklarını, kimilerinin sinirlenip tehditler yağdırmaya başladıklarını görünce bir kez daha hayret etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bir kez daha filmin kuyruk jeneriğinde birçok anonim isim olduğunu görünce Endonezya'da hala durumun ne kadar tehlikeli olduğunu anlıyorsunuz elbette. Şunları da sormadan edemiyor insan: çok mu farklı bir ülkede yaşıyoruz sanki; ne zaman bu olayların benzerlerini yaşadığımızı fark edeceğiz ve ne zaman kalkacağız oturduğumuz yerden? Ne zaman?



Bir de bunlar var

10 film belirlemek çok da kolay lmadı ve neredeyse bir o kadar film de kılpayı bu listeye giremedi. İşte 2015'ten ( kimileri hatta 2014'ten, geçen yılki vizyon dışı listemde görebilirsiniz onları ) aklımda kalan diğer filmler:

Hayal Ülkesi ( Jauja ) - y: Lisandro Alonso
Foxcatcher Takımı ( Foxcatcher ) - y: Bennett Miller
Mr. Turner - y: Mike Leigh
Turist ( Force Majeure ) - y: Ruben Östlund
Gizli Kusur ( Inherent Vice ) - y: Paul Thomas Anderson
Sarmaşık - y: Tolga Karaçelik
Özgürlük Yürüyüşü ( Selma ) - y: Ava DuVernay
Ters Yüz ( Inside Out ) - y: Pete Docter



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder