The Shining çözümü olmayan bir Rübik Kübü ya da 100 kapısı olan ama çıkışı olmayan bir labirenttir.
David Thomson
Stanley Kubrick'in 1980 tarihli filmi The Shining bugün korku sinemasının en önemli klasiklerinden biri sayılıyor. İnternette üstünkörü bir arama yaptığınızda dahi gelmiş geçmiş en iyi korku filmleri arasında çoğunlukla The Shining'in zirvede olduğu sayısız listeye rastlarsınız. Benim gibi arşiv manyağı biriyseniz evdeki eski sinema dergilerinde de benzer listeler olduğunu ve yine The Shining'in genellikle zirvede ya da ilk üçte yer aldığını göreceksinizdir. Çoğu sinemasever filmin başarısında Stephen King'in büyük bir payı olduğunu düşünür ( ki muhakkak belli bir ölçüde doğrudur bu yargı ) ama şurası bir gerçek ki Kubrick'in filmi King'in aynı adlı romanının çok ötesine geçebilmiş; bir anlamda romanın etkisini büyük ölçüde silmeyi başarmıştır. Zaten Stephen King'in filmden nefret ettiği ve yıllar sonra romanı televizyona uyarlamak için bizzat kamera arkasına geçtiği de bilinir ama ne yazık ki King'in çektiği o film de bugün hemen hemen kimse tarafından hatırlanmaz. Kubrick farkı herhalde.
The Shinig'in setinde, Kubrick merceği yıldıza değil kendine odaklarken |
Uzun uzun The Shining'i anlatacak değilim, meraklısı biliyor zaten. Bilmeyen de merak eder izler diye düşünüyorum ( DVD ya da Blu-ray formatında bulmak işten bile değil artık zamanında VHS'ini zar zo5r edindiğimiz filmin ). Bir de şu var, filme dair ne söylersem söyleyeyim Rodney Ascher'in belgeseli Room 237'nin gerisinde kalacağım. İşin ilginç yanı, Room 237'den anlıyoruz ki, bizzat Kubrick mezarından kalkıp gelse ve bütün bir gün konuşsa, o bile filmde anlatılanların gerisinde kalacak gibi görünüyor. Sinefiller böyle bir tür işte.
Room 237 ( The Shinig'deki gizemli odadan alıyor adını film ) yüzlerini görmediğimiz ama seslerini film boyunca işittiğimiz bir grup sinefilin The Shinig hakkındaki yorumlarından oluşuyor. İlk tepki olarak "Allah sinefilin eline düşürmesin" demek geliyor insanın içinden ama üzerinde düşündükçe film için, o filmin yönetmeni için, hatta o filmin tüm çalışanları için ne büyük bir onur! Gerçekten de filmi yorumlayan, hatta analiz eden sinefillerin anlattıkları o denli ilginç, akılalmaz, hayret verici ve merak uyandırıcı ki; 1. İlk iş The Shining'i yeniden izlemek istiyorsunuz, 2. Hemen evde ikili bir monitör sistemi kurup filmi bir de kendiniz analiz etmek ve içinizdeki gizli sinefil canavarını salıvermek istiyorsunuz. Resmen bir meydan okuma gibi algılıyorsunuz Room 237'yi, ki bu da bir yere kadar güzel, bir noktadan sonra korkutucu bir şey. Etrafınızda sizi seven eş, dost, akrabaları bir süre sonra sizden uzaklaştırmanız, "yetti be, sabah akşam bunu mu dinleyeceğiz" gibi tepkilerle karşılaşmanız işten bile değil.
Filmde yer alan otel planlarından biri |
Rodney Ascher'in bulup konuştuğu sinefiller öyle her yerde karşımıza çıkabilecek, sinema tarihini ezbere bilen, hangi filmin kaç dakika olduğunu, hangi oyuncunun hangi sahnede ne giydiğini sıralayacak türden değil; çok daha donanımlı, özellikle Kubrick ve The Shining hakkında uzmanlaşmış ve kafalarında başka takıntılar olduğu belli olan tipler. The Shinig'i izleyip de filmin Kızılderililerin soykırımıyla ilgili bir okumasını yapmayı anlarım, ama buzluktaki sahnede Jack Nicholson'ın kafasının arkasındaki konserve kutularını bu savı güçlendirmek için kanıt olarak sunmayı çok anlamıyorum. Ya da basit bir devamlılık hatası olarak da algılanabilecek bir atlamayı derin bir komplo teorisinin bariz göstergesi olarak yorumlamak biraz aşırıya kaçmak oluyor sanki. Ama tekrar ediyorum, sinefiller böyledir işte. Bir sinefil için Kubrick'in hata yaptığını ( ya da mecburen bir şeyi kullandığını ) kabul etmek insanın aya ayak basmadığına inanmaktan daha zordur. Bu ayak basma meselesini de özellikle söyledim, zira Room 237'de bu konuda harika ve ziyadesiyle eğlenceli bir analiz mevcut.
Gelelim Room 237'nin, bence, asıl meselesine. Room 237, izleyince siz de göreceksiniz, The Shinig hakkında bir çözümleme değil. Tabii ki bu şekilde de izleyebilirsiniz filmi ve çok da keyif alabilirsiniz ama Room 237 aslında bir filmin, bir sanat eserinin ne olduğu, yaratıcısı ile okuru/izleyicisi arasındaki ilişkinin doğası hakkında bir film. Kubrick 30 küsur yıl önce bir film çekmiş, güzel ama bu film bu zaman içinde izleyici için ne ifade etti, yönetmen neyi hedefliyordu, ama izleyici ne anladı gibi konularla ilgileniyor Ascher'in belgeseli. Bunu da size anlattığım şekliyle, cümlelere dökülmüş bir şekilde yapmıyor da basit bir alt okumanın sonucunda gün ışığına çıkacak şekilde yediriyor filme. Film boyunca kendi kendinize şunu soruyorsunuz: "Yönetmen bu sahnede neyi amaçlamıştı acaba ve bu adamların yorumu bu amaca ne kadar yakın düşüyor?". Bir süre sonra bunun bir önemi kalmıyor ve sanat eserinin ne olduğu hakkında sorular beliriyor kafanızda. Bir film, bir beste ya da roman kime aittir? Onu çeken yönetmene mi, o yönetmenin yetiştiği, beslendiği döneme ve çevreye mi yoksa filmi izleyip de kafasında bambaşka bir şeye dönüştüren izleyiciye mi? Elbette bunların hepsi var potada. Birini yokluğu denklemi fena halde zedeleyebilir. Öte yandan denklemin hangi unsurunun ağır bastığını kestirmek her zaman kolay değil. The Shining örneğinde izleyicinin hayalgücü bir hayli ağır basmış gibi duruyor. Başka bir filmde tam tersi de olabilirdi. Yönetmenin alabildiğine çılgın hayalgücünün izleyicide hiçbir karşılık bulmadığı filmler de yok mudur? Vardır elbette. Böylesi örneklerin çok daha acınası olduğunu düşünüyorum açıkçası.
Filmi nasıl izlemeli, baştan sona mı, sondan başa mı? |
manyak mısınız oolum lan... bedava yiyonuz içiyonz. sonrada cinnet geçirip karıyı kesmece.... la vasıfsız adam sana iş vermişler la. seni onu bunu kes diye mi göndermişler hayırsız.. çok pis dövecem var ya bunu. baltayı almış eline amerigan kapıyı parçalayır. la patron gaç para bayıldı ona biliyonmu ? balta !
YanıtlaSil